RSS

Dalyanlı Gezginler

ENDONEZYA

ENDONEZYA

17.508 adasıyla 250 milyon nüfusuyla dünyanın en çok Müslüman nüfusuna sahip ve dünyanın 4. kalabalık ülkesi. Ülkenin % 87’si Müslüman olmasına karşın Bali Adası’nın %95’i Hindu’dur. Hollanda ve Japonya esaretinden sonra ancak 1945'te özgürlüğünü kazanabilmiştir. Asya ve Okyanusya olmak üzere ülke 2 kıtada yer alır. Güneydoğu Asya'nın en büyük ekonomisidir.

23 Ocak, Doha-Denpasar-Ubud: Gece 00.30’da Sabiha Gökçen’de başlayan uçak yolculuğumuz, Doha aktarmasının ardından Denpasar’da son buluyor. İlk kez kullandığımız Sabiha Gökçen Havalimanı ve Qatar Airways ikilisi bize sorun çıkarmıyor. Qatar Hava Yollarından gayet memnun kalıyoruz. Özellikle uçuşlarda bebek ve çocuklara dağıtılan oyuncak paketleri, Oğlum Ata Erk’i kazanmaları için fazlasıyla yetiyor. Bir de önümüze asılan bebek yatağını sürekli kullanabilseydik, yıldızlı pekiyi vermek elden değildi. Fakat sürekli kemer ikazı vermelerinden, ikide bir Ata Erk’i kucağımıza almamızı istemeleri bizim puan kırmamıza neden oluyor. Doha’da 1,5 saat kadar bekleme süresi olduğu için havalimanı nimetlerinden yararlanamıyoruz. Havalimanı, uzun bekleme süreleri için dizayn edilmiş. Ücretsiz internet ve bilgisayar kullanımı, çocuk oyun parklarıyla saatlerce sıkılmadan zaman geçirebileceğiniz bir yer; fakat biz 4,5 saatlik ilk uçuşumuzun ardından hemen 9,5 saatlik ikinci uçuşumuza geçiyoruz. Diğer Arap hava yollarının aksine, sınırsız alkol servisi yapıyor Katar Hava Yolları. Ama ben Ata Erk’le koridorları arşınlamaktan içmeye çok fırsat bulamıyorum. Yine de oğluşum çok sıkıntı yaratmıyor, Uçağın maskotu olmayı başarıyor.
Denpasar’a indiğimizde aslında güneş daha batmamıştı, 17.30’da inen uçağımıza rağmen, valiz işlemleri çok uzun sürdüğü için, dışarı çıktığımızda çoktan gün kararmıştı. Valizler beklenirken, çıkış formu doldurmak en mantıklı olanı, bir de onunla zaman kaybetmemek açısından. Dışarı çıktığımızda ise 100 dolar (döviz) bozduruyoruz. Kurlar burada biraz düşük ama taksi için para şart olduğundan mecburuz. Döviz büroların hemen karşısında taksi ofisi var. Buradaki liste fiyatı, Ubud’u 400 bin rupi olarak gösteriyor. Buraya parayı ödeyip fiş alıp sıradaki taksiyle gidebilirsiniz. Fakat biz burayı üst limit olarak alıp dışarıdaki taksicilerle pazarlığa tutuşuyoruz. 700 bin rupiyle başlayan pazarlık 350 bin rupide son buluyor. Aslında çok daha aşağılara gitmek olası ama Dalyan’dan başlayan yolculuğumuzun  yaklaşık 30 saat sürmesi bizim pazarlık gücümüzü epey zayıflatmış olsa gerek ki uzatmadan kabul ediyoruz. Denpasar – Ubud arası 1,5 saat sürüyor taksiyle. Mesafe çok kısa olmasına rağmen trafik müthiş yoğun. Küçücük ada olmasına karşın, toplu taşıma araçlarının olmayışı ve araç fazlalığı burada trafiği felce sokuyor. Bu yüzden özellikle akşamüzerileri araçla bir yere ulaşmak neredeyse imkânsızlaşıyor. Ubud’a vardığımızda ise artık gece olmuş, buna rağmen otelimizde bizi bekleyen birileri var. Gezilerimizde genelde rezervasyon yapmıyoruz fakat bu gezimizde zaman sorunumuzun oluşu ve gideceğimiz bölgelere gece geç saatlerde varacağımız için , “booking.com”dan 3 otel rezervasyonumuzu da yapmıştık.  İlk kalacağımız yer Sakha Homestay. Burada Endonezyalıların işlettiği küçük işletmeler “Homestay” olarak adlandırılıyor. Ucuz ama temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek özelliklerde. Çok lüks olanları da var ama biz mütevazi olanlarını seçiyoruz. Takside uyuduğu için otele varır varmaz uyanıyor bizim yaramaz, annemize torpil geçip uyumasını sağlarken biz de oğlumla keşfe çıkıyoruz. Gece geç saatlere kadar oynuyoruz.6 saat fark, uyku saatini etkiliyor. Uyurken Ubud değil, Türkiye saatini kullanıyor benim oğlum.


24 Ocak UBUD : Sabah her şeye rağmen erkenden uyanıyoruz. Günlük 3 kişi 50 Türk lirasından daha az para verdiğimiz bu Homestay’da sabah kahvaltısı da ücretsiz. Gezdiğimiz diğer Uzak Doğu ülkelerinde aç kaldığımız sabahların aksine bu ülkede gayet doyurucu sabah kahvaltıları mevcut. Eşimin sabah kahvaltısına olan düşkünlüğü nedeniyle bu değerlendirmeyi yapmadan geçemiyoruz.
Ubud Sarayı
Pura Taman Saraswati
Kahvaltı sonrası ilk durak,Ubud Çarşısı

(Ubud pazarı). Ubud, Bali Adası’nda küçük

bir yerleşim merkezi olduğundan,tüm günü
yürüyerek geçireceğiz. Otelimizi yanlış
bir yerde seçmişiz, hem doğayla iç içe
değil, hem şehre uzak ama buna rağmen 15
-20 dakikada yürüyoruz. Pazar her türlü
hediyelik eşya, kıyafet ve meyve satın
alabileceğiniz bir yer fakat ilk günden
bir alışveriş çılgınına dönmenin bir
anlamı yok, para birimi Rupiye de tam
alışamadığımızdan, pazarı üstün körü
gezip, karşısındaki Ubud Sarayı’na
gidiyoruz. Burası Çinli Turist dolu.
İnsanlar her bir köşeyi resimlendirme
telaşında. Küçük bir mekan oluşu,
resimlenecek alanın azlığı yığılmalara
neden oluyor. Girişte herhangi bir ücret
talep edilmiyor, zaten 15-20 dakikada
işimizi bitirip 100 m ilerideki Pura
Taman Saraswati Tapınağı’na geçiyoruz.
Buranın paralı olduğunu yazmış gezginler
yazılarında ama bize böyle bir para
talebi olmadı. Biz de burada girişteki
büyük havuzlardaki, nilüferlerin
görüntüsüyle muhteşem fotoğraflar
çekiyoruz. Burada yarım saatten fazla
zaman harcıyoruz, gerçekten doğal ve
mimarisiyle gezmeye değer bir tapınak.
Akşamları burada ünlü “kecak dansı”
gösterileri de yapılıyormuş onun biletini
satmak istiyorlar. Her gün başka bir grup
ayrı bir gösteri düzenliyormuş.
Gösteriler, 70-80 bin rupi arası fakat
biz yetişebileceğimizden emin
olamadığımız için bilet almıyoruz.
Girişte restoran ve kafe var. Burası
dinlenmek için ideal alsa da biz Maymun
Ormanı’na doğru yürümeye başlıyoruz.
Maymun Ormanı 2 km kadar uzaklıkta olsa
da Ata Erk akşamdan uykusuz kalmasının
verdiği yorgunlukla kucağımızda
uyuyakalıyor, biz de en yakındaki bir
restorana atıyoruz kendimizi. Ata Erk
uyurken bir güzel karnımızı doyuruyoruz.
Paşamız uyanınca onu da doyurup tutuyoruz
ormanın yolunu. Bu yemek faslının bize
maliyeti 170 bin rupi(55tl civarı) ,
biraz pahalı ama mekanın standartları
bizim biraz üzerimizde. Zaten sonraki
günlerde bu kadar para hiç vermiyoruz
yeme içmeye.
Bizimkiler önde, ben arkada etrafı cep
telefonuyla fotoğraflandırarak varıyoruz
ormanın girişine, bir arkadaşın “Girişte
para vermenize gerek yok, yan yoldan
dalıverin ormana.” demesine kanıp beleş
giriş bakıyoruz ama boşuna, tüm orman tel
örgüler ile çevrili. Sonunda bilet almak
için durduğumuzda çantamızda fotoğraf
makinemizin olmadığını anlıyoruz. Ben
restoranda unuttuğumuzu düşünüp geri
dönüyorum ama nafile. Yolda çantamız açık
olduğu için uyarıldığımızı hatırlıyorum,
makinenin başına ne geldiyse o esnada
geldiğini anlıyorum ama gideni geri
getiremiyorum. Moraller birden sıfıra
iniyor. Birçok ülkede unuttuğumuz halde
bulunan makine bu kez çantamızdan
alınıyor. Bu işi maymunların mı yoksa
insanların mı gerçekleştirdiğini tabi ki
hiç anlayamıyoruz. Kimisi Bali’de bu tür
hırsızlıkların hiç yaşanmadığını, kimisi
maymunların çantayı açıp hırsızlık
yapmadığını söylüyor. Biz de kimden
şüpheleneceğimizi bilemiyoruz.
Maymun Ormanı


Maymun Ormanı
Geziye kaldığımız yerden devam ediyoruz
ama makine aramak için restorana geri
dönmem esnasında Ata Erk’inde bir maymun tarafından saldırıya uğradığını öğreniyorum. 2 yaşındaki oğlum maymuna mağlup olsa da onlardan korkmamış olması bizi sevindiriyor. Durmadan bize maymunun nasıl saçını çektiğini onu nasıl itip tokat attığını anlatıyor. Hayatında ilk
şiddeti bir maymundan görmesi oğlumu epey etkilemiş.
Orman içersindeki heykeller ve yapılan
süslemeler çok hoşumuza gidiyor ancak bu
güzellikleri cep telefonuyla
resimleyebilecek olmamız bizi epey
üzüyor. Ailecek toplanıp bu güzelliklerin
tadına varmaya çalışırken bu kez de
yağmur çiselemeye başlıyor.
Ayfer’in(eşimin) makineyi bulabileceğine
olan inancı, yarım günümüzü neşeyle
geçirebileceğimiz bir mekândan bizi,
söküp alıyor. İlk ormanın girişindeki
kişilere sonra yol üstündeki gördüğümüz
tüm işletmelere makinemizi soruyoruz.
Ayfer’i bu kesmiyor, polis karakoluna
gitmeye karar veriyoruz. Polis
karakolunun tam karşısına gelmişken öyle
bir yağmur bastırıyor ki bardaktan su
boşalırcasına, bu anlatmaya yetmez ,
kovayla dökercesine bence daha doğru
tabir. Yarım saat öyle şiddetli ve
aralıksız yağıyor ki yollar bir anda dere
gibi akmaya başlıyor. Yolun karşısına
geçemiyoruz. 10-15 dakika bekledikten
sonra Ayfer kendini feda edip karşıya
geçmeye çalışınca akan su, parmak arası
terliği kapıp götürüyor. Terlik önde
Ayfer arkada gözden kayboluyorlar ama
çaba boşuna. Makinenin üzerine 2.
kaybımızı veriyoruz. Ayfer tek terlikle
karşıya geçince ben de bir hamle
yapıyorum, aynısı benim başıma da
geliyor, parmak arası terlik kovalamasını
bu kez ben icra ediyorum, şans eseri bir
otobüsün arka tekerleğine takılan terliği
trafiğin ortasına atılıp kapıp alıyorum.
Bugünkü ilk zaferimizi kutlamaya
zamanımız yok, yeniden makinenin derdine
düşüyoruz. Karakolda ifademiz alınıp bizi
yollamaları uzun sürünce Ayfer karakolda
kalıp bizi otele yolluyor. Yağmur altında
Ata Erk kucağımda yola koyuluyoruz.
Yalınayak yağmurun tadını çıkarıyoruz
baba oğul. Yoldan geçen arabaların
sıçrattığı suları kapma yarışı yapıyoruz.
Toplu iğne kadar kuru yerimiz kalmasa da
öyle mutlu oluyoruz ki bağırarak şarkı
söylüyoruz, çevrede “Deli bunlar.”
bakışının olmaması bizi daha da
cesaretlendiriyor. Sokakları büyük
salyangozlar basıyor, yolda yağmur
altında koca koca salyangozlar topluyoruz
ve sonra kayboluyoruz. Otelimiz olmasını
beklediğimiz yerde yok. Baba oğul o kadar
kaptırmışız ki kendimizi, otelin sapağını
kaçırmışız. Bunun üstüne Ata Erk
sırılsıklam olmasına karşın kucağımda
uyuya kalıyor. Biz annemizden yarım saat
önce çıkmamıza rağmen ondan daha sonra
varabiliyoruz otelimize.
Duş alıp, yerel halkın kullandığı mahalle
arasındaki lokantadan, bir gün önce
aldığım gibi pilav ve noodle üstü et ve
tavuk alıyorum, bol sosla yapılan altına
muz yaprakları konarak, paketlenen bu 3
kişilik menünün bize maliyeti, bakkaldan
aldığım içecekler ile birlikte 60 bin
rupi (20 Türk lirasından az).
Paketlerimizi otelimizde yedikten sonra
tekrar yola koyuluyoruz. Yerel halk dansı
olan “kecak” veya “Hindu ayini” görmeyi
umuyoruz fakat epey geç kaldığımız için
yetişemiyoruz. Biz de çıkmışken masaj
yaptıralım diyoruz. Tam soyunmuşken Ata
Erk başlıyor ağlamaya. Masaj salonu
çalışanları durduramıyorlar oğlumu, ben
de mecburen kendimi feda edip en azından
eşimin rahatlaması için tekrar giyinip,
oğlumla sokağa çıkıyorum. Masaj salonu
hemen merkezde, tapınakların karşısında,
3 katlı ve birçok çalışanı olan lüks bir
yer olmasına karşın fiyatlar abartılı
değil. 1 saatlik ücret 90 bin rupi. Saat
23.00’e gelmek üzereyken salon kapanmadan
hemen önce oradan ayrılıp otelimize
gidiyoruz. Eşimin masaj yorumu: “İdare
eder ama mükemmel değil.” Burada masaj
yapan kişilerin çoğunun Antalya ve
Muğla’da turistik lüks otellerde
çalıştığını öğreniyoruz ve çok
şaşırıyoruz.
25 OCAK UBUD: Bir gün önce anlaştığımız
gibi, kahvaltının hemen sonrası otel
sahibimiz bizi aracıyla alıp tüm gün
gezdirecek. Türkiye’de tüm
araştırmalarımız 12 saat tüm gün şoförlü
taksi bedeli olarak 50 dolar gibi bir
fiyat olduğu yönündeydi. Otel sahibimiz
de 600 bin rupi fiyat çekince itirazsız
kabul ediyoruz. Kahvaltımız dünkü gibi
yine doyurucuydu. Şoförümüz de
anlaştığımız gibi tam saat 8’de hazır
bizi bekliyor. İlk hedef Goa Gajah, ya da
anlayacağımız adıyla Fil Tapınağı. Burası
ilk bulunduğunda, yerel halk tarafından
mağaranın girişindeki kabartmalar file
benzetildiği için bu isim takılmış. Giriş
ücreti kişi başı 30 bin rupi, girişte
örtünmeniz için ücretsiz sarung
veriyorlar, çıkışta teslim ediyorsunuz.
Tüm Hindu tapınaklarında olduğu gibi
buraya da çıplak bacaklarla girmek yasak.
 İçeride mağara ağzında resim çekildikten
sonra yapacak çok fazla bir şey yok, biz
de program yoğun olduğu için 15–20
dakikada gezip yolumuza devam ediyoruz.
Pura Tirta Empul
2. durak Pura Tirta Empul, ya da anlayacağımız dille Kutsal Su Tapınağı.
Burası ilk durağımızın aksine çok hoş ve
renkli bir yer. Yerel halk resim çeken turistlere hiç aldırmadan büyük havuzlarda ibadetini yerine getiriyor.
Bin yıldan daha uzun süredir hizmet veren
bu tapınağın hala ilk ihtişamıyla duruyor
olması hayret verici. Tapınağın hemen
girişindeki balık havuzlarının da
temizleniyor olması nedeniyle koca koca
balıkların bir havuzdan diğerine
aktarılışını da resimleyip, 1 saatten
fazla bir zaman harcadıktan sonra
yolumuza devam ediyoruz.
Sonraki uğrak yerimiz de tropikal
ağaçları tanıyıp, yerel kahveleri tatmak.
Ünlü kedigiller familyasından olan
“Luwak” hayvanının dışkısındaki midesinin
öğütemediği kahve çekirdeklerinden
üretilen Luwak kahvesini tadacağız,
Avrupa’da kilosunun değil fincanının
fahiş fiyata satıldığını iddia ediliyor.
Çok az üretilebildiği için dünyanın en
pahalı kahvesi olduğu söyleniyor, benim
kahve kültürüm sadece Türk ve neskafeden
ibaret olduğundan, fiyatı konusunda bir
bilgim yok. Tadına gelirsek, bu boka bu
kadar para vermenin bir anlamı yok. Taa
buralara gelmişken görelim, tadalım
diyoruz. Kahve plantasyonu olarak
adlandırılan bu işletmelerden Bali’de
birkaç tane var, biz yolumuzun
üzerindekini tercih ediyoruz. Giriş,
gezi, rehber, tattığınız onca çay ve
kahve türleri ücretsiz, sadece satış
yerinden alışveriş yaparsanız veya Luwak
kahvesi içerseniz ücretli. Biz bir fincan
Luwak kahvesine 50 bin rupi verip
ayrılıyoruz. Ama manzara da gözümüz
kalıyor muhteşem bir doğa içine
konumlandırılmış.
Planımıza Batur Dağı ve Gölü manzarasını
almışız, bunu neden yapmışsak, herkes
aynı manzarayı gördüğünü yazdığından, ben
de planıma dâhil etmiş olacağım ki bence
çok da görülmeye değer bir şey yok, en
azından dağların ortasında ve göl
kenarında yaşayan bizler için.


Ama planımızda Terunyan Köyü Mezarlığı var ki
burayı görmek için Batur Dağı’nı ve Gölü’nü görmeniz şart. Çünkü yolu buradan
geçiyor. Manzarayı gördüğünüz tepeden
yola devam ediyorsunuz, yol kıvrıla kıvrıla aşağıya gölün kenarına iniyor.
Göl kenarından devam ederseniz yol köyün
içine kadar devam ediyor. Buradan
kiraladığınız kayıklar ile mezarlığa
ulaşabiliyorsunuz. Ancak bizim şoförü bu
köye gitmek için ikna edemediğimiz için
köye varmadan önce bir iskelede duruyor.
Buradan bot kiralamamızın bizim için daha
iyi olacağını, köylülerin çok üçkağıtçı
olduğunu söylüyor. Zaten daha önce gezi
yazılarında okuduğum gibi iskeleye
gelmeden durduruluyoruz ve bizi bota
götürebileceklerini söylüyorlar. Bu
numarayı biliyoruz. Motosiklet ile bizi
köylüye teslim edip yüklüce
komisyonlarını kapacaklar ama biz
kanmıyoruz. Teşekkür edip iskeleye
yanaşıyoruz. Şiddetli bir yağmur
başlıyor, bir süre arabada geçmesini
bekleyip iskeleye iniyoruz. Gişe içindeki
görevli kocaman fiyat listesini
gösteriyor. Tekne 500 bin rupi, her bir
kişi için 20 bin rupi. Yani tek kişi 520
bin iken, 3 kişi 560 bin rupi. Sanırım 9
kişiye kadar aynı tekneyle gitmek
mümkündü.  Ayfer, Ata Erk ile arabada
kalmaya karar veriyor. Grup olarak çok
avantajlı olsa da ben onca parayı tek
başıma gitmek için veriyorum. Havanın
yağmurlu ve gideceğimiz mezarlıkta
ölülerin ulu orta gömülmeden duruyor
olması sebebiyle Ata Erk’in
gidemeyeceğine karar veriyoruz. Yağmur
biraz sakinleyince yola koyuluyorum.
Gölün tam ortasına gelmişken, botla tam
sürat giderken hayatımın ilk selfisini
çekmeye yelteniyorum, 150 beygirlik sürat
motoru birden arkasından bir el bizi
tutarcasına duruyor ve olağan gücüyle
bağırmaya başlıyor. Yarısına kadar su
dolu teknede savruluyorum. İlk önce
telefonu sağlama alıyorum, fotoğraf
makinesinden sonra başka kayıp verme
lüksümüz yok.  Doğrulup neler olduğunu
anlamaya çalışırken kaptan tekneyi stop
etme derdinde. Motor resmen çıldırdı,
susmak bilmiyor. Botun motorunun teknenin
içine düştüğünü görüyorum. Şans işte, ya
göle düşseydi. Neyse motor stop edilip
yerine takılıyor, 10 dakika uğraş sonrası
zorla çalıştırıp yola devam ediliyor.
Gölün ortasına balık avlamak için
çekilen, koca halata mı kızarsın yoksa
benim çektiğim selfiye mi, ya da o
selfiye dahil olmak için yoluna değil de
telefona bakan kaptana mı, bilemiyorum.
Ama mezarlığa gelene kadar kaptan son
sürat gitmese de korkudan tuttuğum yeri
bırakmıyorum.
İskeleye yanaştığımızda mezarlığı gezmek
için 10 bin rupi (3tl) bilet karşılığı
ücret alınıyor. Bir 10 bin rupiye de
şemsiye kiralıyorum. Eğer köyü de gezmek
isterseniz bir 10 bin rupi daha vermeniz
gerekiyor. Ben zaman darlığından köyü pas
geçiyorum. Ben, iki görevli ve kaptan
dışında başka kimse yok. Bu havada akıllı
işi değil zaten buralara gelmek. Mezarlık
küçücük, fazla kişi alabilecek kapasitede
değil.  4-5 tane cenaze ağaç dallarlıyla
örtülmüş, dalların arasından kafatasları
ve kıyafetlerini görmek mümkün, diğer
çürüyen cesetlerin kafatasları ise bir
köşeye toplanmış duruyor. Buranın
özelliği: Dünyada sadece Terunyan köyü
sakinleri, diğer Hinduların aksine
ölülerini yakmak yerine öylesine
mezarlığa koyup, üzerine çit biçiminde
dallarla yarı görünür biçimde örtüp
bırakmakmış. Çürümeye öylesine terk
edilmelerine karşın, sandal ağaçları
dolayısıyla koku vs olmuyor. Çok fazla
görselliği olmasa da eşi benzeri
olmadığından görülebilir bir yer olarak
kayıtlara geçiyor. Yağmur altında resim
ve küçük bir video kaydı ardından geri
dönüyoruz. 1 saatten az bir zamanda
mezarlık gezimizi sonlandırıyoruz.
Mezarlık sonrası planda “Besakih Temple” var. Bu Hint tapınağı, Bali’de
gördüğümüz tapınakların içinde en büyüğü.
Buranın girişinde sarung vermiyorlar. 10 bin rupi karşılığı kiralayabileceğiniz
satıcılar var. Giriş ücreti 30 bin rupi.
Tapınak, kocaman bir alan içinde büyük
bir kompleks, bazı alanlara ibadet olduğu
için giremediğimiz halde 1 saati aşkın
bir sürede ancak dolaşabiliyoruz.
Gerçekten müthiş görkemli yapılar,
heykeller var. Epey merdiven çıkmanız
gerekiyor tüm alanı dolaşmanız için ama
zaman harcamaya kesinlikle değer bir
tapınak. Dönüşte bilet aldığımız yere
gelmeden kişi başı 5 tl den az bir ücrete
seyyar satıcılardan şiş, et, balık ile
karnımızı doyuyoruz; üstüne de biraz
meyve satın alıp bir sonraki durağımıza
doğru yola çıkıyoruz.
Şoförümüz harika biri, Malezya halkını
olduğu gibi Endonezya halkını da çok
seviyoruz. Zaten iki halkın dilleri,
kültürleri de birbirine çok benzer.
Şoförümüz, ülkesi hakkında sorduğumuz her
soruya cevap veriyor. Gitmeden epey
araştırmış ve oradaki şoförlere “Ketut”
dendiğini düşünmüştüm. Gördüğüm tüm
sürücülerin adı Ketut’du çünkü. Oysa
aileler 4. çocuklarına mutlaka bu ismi de
koyarlarmış. 1. çocuklara başka isim, 2.
çocuklara ise bir başka isim yani isimden
ailenin kaçıncı çocuğu olduğu belli
oluyormuş. Gözümüze çarpan başka bir şey
ise Bali’de her evin bahçesinde küçük de
olsa bir tapınak olmasıydı, bu da bir
gelenekmiş her kişi evinin bahçesinin
büyüklüğüne göre bahçesinin köşesine bir
tapınak yaparmış. Günlük ibadetini burada
gerçekleştirirmiş. Zaten bahçe duvarları
ve kapıların süslemesiyle bahçe içindeki
tapınakla birleşince müthiş bir görsellik
ortaya çıkıyor. Hangisi ev, otel veya
tapınak anlayamıyorsunuz. Bazen
tapınaklarda kullandıkları taşları
işleyen atölyelerin önünden geçiyoruz,
bizim marangozların ağaç kestiği hizar
benzeri makinelerle onlar taş kesiyorlar
ama müthiş iş çıkarıyorlar. Buradan bir
konut mu edinsek fiyatlar ideal diyoruz.
Ama yabancının mülk edinemediğini
öğreniyoruz. Sonra pirinç terasları manzaralı lüks bir restoranda yemek yiyecektik ama zaman kısıtlılığı, program yoğunluğu, bütçe
darlığı yüzünden sadece Terasları
görüntüleyip wc ihtiyacımızı karşılamakla
yetiniyoruz. Durağımız Mahagiri Panoramic
Resort, gerçekten adına yakışır bir
mekân. Konumu muhteşem, pirinç
teraslarını tam karşıdan gören bir yerde.
Zaten şoförümüzün dediğine göre pirinç
tarlaları restorana ait. Yılda 3 kez
çeltik ekilebildiği için her mevsim
burada bu sayede müşteri görmek mümkün.
Pirinç olmasa zaten bu restoranda yemek
yemenin de bir anlamı yok.
Telefonla çok güzel görüntü
yakalamadığımızdan, bize kızan olmasa da,
madem yemek yemiyoruz burayı da meşgul
etmeyelim mantığıyla burada çok uzun
kalmıyoruz. Son
durağımız Klungkung Kraliyet Sarayı.
Sarayın saat 18.00’de kapanabileceğini
söyleyen şoförümüzün yanılmasına sevinerek içeri dalıyoruz. Burası Ubud merkeze yakın olmasına karşın gittiğimiz
bölgenin tam aksi tarafında. Bireysel
olarak bugünkü planı gerçekleştirmemiz imkânsızdı. Çok yoğun bir plan olduğundan yolu bilen birinin avantajını sonuna kadar kullanıyoruz. Gün batımına kadar
sarayı Ata Erk’in rehberliğinde
geziyoruz. Saray bahçesindeki çimlerde
oluşan su birikintileri oğlumu baştan
çıkarmak için yeterli oluyor. Resmen suda
oynamanın zevkini sonuna kadar tadıyor,
biz de onun bu haline bakarak
mutluluğumuza mutluluk katıyoruz. Saray
çok büyük olmasa da, gezmeye değer
buluyoruz.
Saray çıkışı döviz bozduruyoruz. 100 euro
1425000 rupi, bol sıfırları epey
unutmuşuz memlekette. Zaten
Endonezyalılara da zor geliyor olacak ki,
3 sıfırı kullanmıyorlar çoğu zaman. Döviz
bürosunda pasaport soruyorlar, zor
geliyor arabaya dönmek, kafadan isim soy
isim bir de pasaport numarası
uyduruveriyorum. Bu taktiği ilerleyen
günlerde de tekrarlıyorum. Pasaportumu
yanımda taşımayı bir türlü öğrenemedim
bakalım bu ne zaman başıma bela olacak.
26 Ocak Denpasar-Yogyakarta: Sabah
erkenden otel sahibimiz bizi Havalimanına
bırakıyor. Bu kez bedeli 250 bin rupi.
Akşam 1,5 saatte geldiğimiz yolu, bu kez
40 dakikada alıyoruz. Biletimizde 1,5
saatten önce havalimanında olmamız
gerektiği yazsa da biz 2 saat öncesi
oradayız. Bilette yazana aldırmayıp son
anda gelenler de uçağa biniyor. Gezi
planını oluştururken en zor kısım
Denpasar-Yogyakarta iç hat uçak biletini
almak olmuştu. En ucuz bilet Lion Air
veya Airasia idi. Air Asia’nın saatleri
tutmadığı için Lion Air’den almaya
çalışmış fakat kendi sitesinden bir türlü
kredi kartım ile ödeme yapamamıştım.
İnternette de birçok kişinin kartlarının
kabul edilmediği sadece Endonezya kredi
kartlarını kabul ettiği yönünde bilgi
okuyunca ben de Ticket.com ve
Traveloka.com dan biletlerimi aldım.
Gidiş-dönüş bilet almak daha pahalıydı ve
Ticket.com oğlumun dönüş biletini 23 ayı
1 gün geçtiği için tam bilet kesiyordu.
Ben de gidişi Ticket’tan dönüşü
Traveloka’dan aldım havalimanında hiçbir
sorun da yaşamadım.

Denpasar’dan 7.20’de kalkan uçağımız
zamanla dalga geçercesine, 1 saat
uçtuktan sonra 7.15’te inmesi gerekirken
1 saat rötarlı 8.15’te iniyor. Aynı ülke
içinde, Bali – Yogyakarta arası 1 saat
zaman farkı olması bizi epey şaşırtsa da,
eğer rötarsız uçsaydık 1 saat zaman
kazandıracaktı. Ama Lion Air bu
sevincimizi kursağımızda bırakıyor. Bizim
için THY neyse Endonezya için, Garuda
Indonesia o. Ülkenin milli havayolu
bizimki gibi aşırı pahalı olduğundan biz
ülkenin Pegasus’una yöneliyoruz. Lion Air
neredeyse 3 kat daha ucuzdu.
Biletlerimizi son ana bırakmamıza rağmen
Yogyakarta’ya indiğimizde şoförümüz bizi
bekliyor. Sabah erken saatte
ineceğimizden programa yetişmek açısından
bir de taksi işiyle uğraşmak
istemediğimizden kalacağımız otel bize
bir araç ayarlamıştı. Burada da günlük
araç maliyeti 600 bin rupi. İnternette
birçok kişiden fiyat istedim ama sanki
hepsi ağız birliği yapmışçasına aynı
fiyatı verdi.

Ratu Boku

İndirim istediklerime ise

cevap verme zahmetine bile girmediler.

Bali’deki şoförümüz çıtayı çok yükseltmiş

olacak ki bu gence ısınamıyoruz. İlk

durağımız olan Ratu Boku bizi çok

sarmıyor. Koskoca alan içinde bir saray

olsa da dokuz yüz yıldan kaldığı için epey zarar görmüş ve hala bazı

bölümlerinde kazılar devam etmekte.  Ama

ilginçtir resimlerde göründüğünden çok

daha heybetli çıkmış. Buranın giriş

ücreti 20 dolar ama başka bir tapınakla

kombine ederseniz (Biz Prambanan ile

birlikte alıyoruz ve 2 tapınak için kişi

başı 25 dolar veriyoruz)daha uygun.Hindistan’da Tac Mahal’in girişine bile

bunun yarısı kadar vermemiştik,

verdiğimiz paraya acıyoruz. Zaten burası

çok da gezmek için tercih edilen bir yer

değil, çok az yabancı turist görüyoruz.

Yalnız devlette turistti kazıkladıklarının farkında olacak ki

kendini affettirmek için girişte bir

içecek bedava yapmış turistte. İçecek

parasından daha ucuza girdiklerinden

yerli halka bu ikramdan tabiî ki yok.

Parambanan Tapınağı

Parambanan

Sonraki durağımız Parambanan, Burası Endonezya'nın en büyük Hindu tapınağı, UNESCO dünya mirasında bulunduğu için çok ünlü bir yer. Sivri uzun Hint mimarisiyle 47 metreye ulaşan yapılar mevcut. Çok geniş bir alana sahip ve tüm alanı gezmeniz için özellikle giriş ve çıkış bölümleri tam zıt kısma konumlandırılmış, ilk şikayetçi olsak ta, gezdikçe daha da zevk alıyoruz bu muhteşem güzellikten. Ayfer’in 150bin rupi de para bulmuş olması şansımızın döndüğüne inandırıyor bizi. Çıkışta bazı hayvanların bulunduğu bölümde, hindi deve kuşu arası bir canlı görüyoruz, fakat türünü çözemiyoruz. Bunca yıllık belgesel izlenimlerinde yer almayan bu hayvan hakkında bilgide bulunmuyor.

Aracı 12 saat kiralamamıza rağmen şoförümüz baştan konuşmayı unuttuğumuz için bizi son durağımız Kaliburu’ya götürmek istemiyordu, Bizde bulduğumuz parayı ,şoföre verip ikna ediyoruz. Sabahtır canımızı sıkan bu sorunu da böylelikle çözüme ulaştırıyoruz.
Şimdiki durak yine Dünya mirası listesindeki


Borobodur
Budist Tapınağı Borobodur. Dünya’nın en büyük tek parça halinde budist tapınağı olmasının yanında sıra dışı görünüme sahip, Giriş 20 dolar ama bence Parambanan ile birleştirilip bilet almak en mantıklı olanı.Volkanik küller altında gizli kaldığı için ancak 1814 yılında keşfedilebilmiş. M.S 750 yılında 75 yılda yapımı bitirilen bu yapının, tadilatı ancak 11 yılda bitirilebilmiş.
Öğle sıcağının altında, Ata Erk uyumuş kucağımızda, merdivenleri birer birer aşıp zirveye ulaşmaya çalışıyoruz. Zirveye çıkarken de yoldaki süslemeleri fotoğraflandırmayı ihmal etmiyoruz. İnanılmaz bir işçilik, muhteşem bir görsellik. Zirvede ise ters kapanmış çanları andıran birçok yapının arasında resmen kayboluyoruz. Tapınakta yarım gününüzü geçirebilirsiniz ama biz Kaliburuya yetişmeliyiz, acele ediyoruz.


Kaliburu
Çıkışını öyle ayarlamışlar ki, yüzlerce küçük hediyelik eşya, meyve, yiyecek içecek satan küçük dükkânların her birini muhakkak gezip dolaşıp iyoruöyle ulaşıyorsunuz. Hatta çıkışı bulamadıkça sinir oluyoruz. Birkaç küçük hediyelik almayı da ihmal etmiyoruz. Pazarlık gücünüz iyiyse çok ucuza alabilirsiniz.
Kaliburu bir tepedeki ormanın içindeki ağaçların tepesine farklı platformlar kurmuşlar ve siz bu platformlara çıkıp fotoğraf çekiliyorsunuz. Arkadaki gölün manzarası ve çeken kişilerin profesyonelliği sayesinde sanal dünyada fenomen oluyorsunuz.
İnternette araştırırken “Gezgin Çift” adıyla yazılar yazan arkadaşların burada çekilmiş resimlerini görmüş çok merak ettiğim için muhakkak gitmek istemiştim. Ama gitmek o kadar kolay olmadı. İlk şoförü ikna etmek için ek para vermek zorunda kalıyoruz, sonra şoför de yolu ve yeri bilmediği için tepenin aşağısındaki köyde pusuya yatmış çakallara kanarak jeep kiralayıp ona da 350bin rupi veriyoruz. Sanki yukarıya o eski Amerikan jeeplerinden başka araç çıkamaz, kendileri de bu organizasyonun parçası ve bu jeep zorunluymuş imajı çizdiler. Biz buna istemeye istemeye kandık. Jeepi düzgün yol olmasına rağmen bilerek kötü yollardan götürüp haklı olduklarını göstermeye çalıştılar. Fakat karşımızdan normal arabalar da gelince onların motorunun çok güçlü olduğunu savundular. Tırmanış 15 dakika sürüyor, motosiklet ile gitmek mantıklı bazı kısımlarda 2 araç yan yana geçemediği için yol kenarında eli telsizli bekleyen görevli sizi durdurup karşı aracın geçmesini sağlıyor. Jeepciler tarafından giriş parası vermeyeceğimiz söylense de, girişte 10 bin rupi alınıyor. Bir de seçtiğiniz platform için 15 bin den 30 bine kadar fiyat var. Son olarak 8 foto almalısınız minimum, bunun da bedeli 40 bin rupiydi sanırım. Fotoğrafları seçtikten sonra telefonumuza gönderiyorlar. Bu 8 fotonun bize toplam maliyeti 600 bin rupi yani 200 tl ye yakın.
Ama her kuruşuna değdi, gitmeden havanın yağmurlu olacağı veya hava koşullarından resmin net çıkmayacağı veya platformların dolu olabileceği… Bu senaryolardan hiçbiri gerçekleşmiyor. Buradaki işini çok iyi yapan genç kadroya verdiğimiz servete (Endonezya’ya göre) rağmen minnettar kalıyoruz.
Artık güneş batmak üzereyken yola çıkıyoruz. Otelimize vardığımızda ise çoktan gece olmuştu. Otel personeli daha önce söyledikleri gibi kalacağımız odanın resepsiyondan 1 km kadar uzak, başka bir yerde olduğunu söylüyorlar. Ata Erk için bu uzaklık müthiş fırsata dönüşüveriyor. 3 odalı bu ayrı binada tek başımızayız. Ata Erk sabaha kadar bir oraya bir buraya koşup bahçemizdeki balıklarla oynarken biz de dinleniyoruz.
27 Ocak Yogyakarta-Denpasar : Sabah otelimizin (Bambo Bambo Homestay) bize hazırladığı kahvaltının ardından bavullarımızı otelimizin ana binasına gönderip biz de şehri keşfetmek için yollara koyuluyoruz. Otelin konumu çok iyi.Şehrin gezilecek tüm yerlerine yakın. İlk olarak
Batik Sanatı
mahallemizdeki okullara uğruyoruz. Ayfer tatilde de öğretmenlik mesleğinden vazgeçmiyor, bahçede çamurdan heykeller yapan öğrencilere katılıyor. Tabi Ata Erk de. Uzun bir süre okulları teftiş ettikten sonra, oradan ana caddeye çıkıp sokakta bulunan birçok bisikletli Rikşa’dan kıyasıya pazarlıktan sonra birini kiralayıp Sari’ye doğru yola çıkıyoruz. 15 dakika sonra oradayız. Bu zamana Rikşacının yolda galeri deyip bir dükkânda durmasını da ekliyorum. Tabi ki dükkân için araçtan inmiyoruz, mecbur yoluna devam ediyor. Fakat bisikletin yolda tıngır mıngır ilerlemesi bizim oğlanın uyuması için uygun ortam olmuş olacak ki kucağımızda uyuyakalıyor. Girişte 1 saat kadar paşanın uykusunu almasını beklerken, ben de içeri ön keşif için giriyorum. Burası Sultan’ın bir nevi hamamıymış. Girişte büyük bir açık havuz, içeride kapalı hamamlar var. Fakat öyle çok da görülmesi gereken bir yer değil ama şehir merkezinde yapılacak çok aktivite olmadığından burayı da mecburen plana dâhil ediyorsunuz. Ata Erk uyandığında,
Sulatanın Hamamı
ortada meydanda, bir Hindistan cevizi içelim diyoruz. Ama her şeyi beğenen oğlum bundan pek hoşlanmıyor. Oradan çıkmak için tüm binaları dolaşmanız gerekiyor, diğer tarihi yerlerde olduğu gibi. Kafeler, hediyelikçiler, batik evleri hepsinin önünden geçip çıkışa ulaşıyoruz.
Şimdi ise Sultan’ın Sarayı’na da bir bakalım diyoruz. Keraton’a (Sultan Sarayı) doğru yola çıkıyoruz. Çok uzak olmadığı söylense de Rikşalarla gitmek çok daha güzel. Sorduklarımız fiyatları uçurunca yürüyelim diyoruz. Yolda sorduklarımız, fiyatı giderek indirse de bizim verdiğimiz 10 bin rupiye götürecek rikşacı bulmak için 1km kadar yürüyoruz.  Sarayın önüne geldiğimiz de saat 13.00’ü geçmiş. 13.30’da açılacağı söylenince karnımızı doyuralım diyoruz. Hemen saray girişinin sağ tarafında seyyar yiyecek satanlar var. Ata Erk’e tezgâhtan tanıdık makarna görüyoruz “Ver abi götürür nasıl olsa bizim oğlan bunu.” gibisinden konuşuyoruz. O tezgâhta 5-6 çeşit yemek birleştirilip tek yemek haline geldiğini önümüze kâse geldiği zaman anlıyoruz. Bu çok sevdiğimiz, ileriki günlerde müptelası olduğumuz yemeğin adı Bakso. Köfte çorbası olarak da adlandırılabilen bu çorbanın ileriki günlerde tavuk etinden yapılanı da yiyoruz ama biz tavuk yerine kırmızı eti tercih ediyoruz. Kızartılmış köfte dışında birkaç sebze, baharat ve erişte bulunuyor. 20-30 bin rupi arası tezgâhlarda yerini alıyor, sıcak sıcak servis edilip afiyetle yeniyor.
Biz yemeğimizi yerken karşı masada bizim resmimizi çeken Endonezyalı gençler var. Biz fark edince çekiniyorlar ama biz
cesaretlendirip işlerini yapmalarına olanak veriyoruz. Hazır fotoğraf makinemiz çalınmışken, birkaç profesyonel foto hiç fena olmaz diyoruz. Hindistan’da sık karşılaştığımız beyaz adamla resim çekme çekilme hevesi, az da olsa burada da var. Ben ne kadar kendimi beyaz olarak göremesem de eşim ve oğlum bu tabire uzak değil. Masamıza davet ediyoruz, uzun uzun muhabbet ediyoruz. Çektikleri resimleri alıyoruz. Bu resim alma taktiğini, başka yerlerde, başka kişilerle de kullanıyoruz, Mailler, facebooklar alınıp veriliyor. Kısa sürede dost oluyoruz. Burada insanlar gerçekten çok cana yakın, sıcakkanlı özellikle turizmle uğraşmıyorlarsa. Sonradan öğreniyoruz ki geldiğimiz saray tadilat nedeniyle öğleden sonraları açılmıyormuş. Büyük hayal kırıklığı yaşıyoruz. Keşke bunu bileseydik. İlk buraya gelirdik.

Bugünkü son durağımız, Jalan Malioboro (Malioboro  Caddesi) önemli bir alışveriş caddesi. Adı genellikle sokak civarı mahalle için de kullanılıyor.
Sokak; yakınlardaki birçok otel, restoran ve dükkânla çevrili. Yogyakarta'nın en büyük turistik merkezi. Caddenin iki tarafındaki kaldırımlar, çeşitli mallar satan küçük tezgahlarla dolu. Akşamları “lesehan” adı verilen restoranlar cadde boyunca faaliyet gösteriyor. Bunlar küçük seyyar işletmeler. Burası sanatçıların caddesi ve bu yolda sokak müzisyenleri, ressamlar ve diğer sanatçılar eserlerini sergiliyorlar. Turistten daha çok yerel nüfusa açık, Malioboro'ya giden  yan sokaklar, yollar, yapılar ve daha fazlası sokağın kendisi kadar önemli. cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Geriye kalan tüm zamanımızı burada geçiriyoruz. Dükkânları kolaçan ediyoruz, birkaç alışveriş sonrası parklarda yerel halka karışıyoruz, oğlanla koşup oynuyoruz. Sonra biz de tezgâhlara yanaşıp karnımızı doyuruyoruz. Karides şiş deniyorum olmuyor, balık en iyisi geliyor. Hesap 50 bin rupi civarı. Gün kararmaya başlayınca yoldan bir taksi çevirip otelden çantalarımızı alıp havalimanına gidiyoruz. 70 bin rupi, fiyat iyi gelmiş olacak ki bu kez pazarlık etmiyoruz.
Yogyakarta ya da Endonezya’liların değimiyle Jogya(yogya) küçük bir havalimanına sahip. Ana kapıdan biletinizi görmeden almıyorlar, bilet çıktınız kesinlikle yanınızda olsun. Uçağa alındığınız yer sanki çarşıdaymışsınız havası verdiğinden salıyoruz kendimizi, beleş interneti de bulunca zaman kavramını unutuyoruz. Önümüzdeki insanların piste çıkıp koşa koşa uçağa binmelerine de alışıyorum bir süre sonra. Saate bir bakıyoruz uçmamız gereken saat gelmiş. Yarım saat önce alınmamız gerekmiyor muydu panik yapıyoruz ama şanstan uçak rötar yapmış yoksa belki kaçıracağız uçağı.
2 saat geç kalkıyor Lion Air ama personel çok neşeli ve alakalı, Ata Erk hemen kaynaşıyor personel ve yolcularla. Bir ileri bir geri koşarken birden pilotun kucağında görüyoruz. Sonra başka bir hostesin kucağında, sonra bir yolcu İzmirli bir sevgilisi olduğunu söyleyip kendine çekmeye çalışıyor bizim oğlanı, 1 saatin nasıl geçtiğini anlamıyoruz. Ama inişe geçmek, tüm büyüyü bozuyor. Kemerleriniz bağlayın deyip herkesin ciddiyete bürünüp köşesine çekilmesi, Ata Erk’ide koltuğa bağlamaları, zoruna gidiyor oğlumun uçak ininceye kadar ki, son 10 dakikayı tüm uçağa zehir ediyor. Biraz önceki o tatlı çocuk gidip yerine bambaşka biri geliyor. Uçağı terk ederken kimse yüzümüze bile bakmıyor. O kadar insanları korkutuyoruz.

Denpasar’a iner inmez taksi bulup otelimize varıyoruz. (Kupu Kupu39) Havalimanına yürüme mesafesinde olduğunu biliyoruz ama gece yarısı çantalarla yolu göze almıyoruz. Ara sokakta şoför bulmakta biraz zorlanıyoruz ama en azından bizi bekleyen birileri var.  Odamızı çok beğeniyoruz bizim standartların çok üzerinde olmasına rağmen, fiyat olarak kaldığımız en ucuz otel.

28 Ocak  Kuta :  Otelimizde sabah kahvaltısı verilmediğinden keşfe çıkıyoruz oğlumla. Ona süt ve muz alıp güne giriş yapmasını sağlıyoruz.  Sonra da annemizi alıp artık sıcak denizlere inelim diyoruz. Otelden kumsala inmek 10 dakikadan az ama burası çok uzun bir kumsal olduğundan, kumsala indikten sonra Kuta plajına yürümek 1 saat kadar sürüyor. Aynı kumsal ama plaj isimleri ilerledikçe değişiyor. Biz bu uzun yürüyüşe
başlamadan yine yerel tezgâhlardan kahvaltımızı yapıyoruz. Bakso güne başlamak için iyi bir seçenek, çorbamızı içtikten sonra Ata Erk’i de üzmeden sallana sallana yol alıyoruz. Kumsal içler acısı durumda, çöp yığınları oluşmuş, ya da gerçek tabir çöp dağları daha doğru olur. Neyse ki bir süre sonra o pislikler kayboluyor. Burada her işletme kendi önünü temizlemiş, diğer yerler kalmış. Harika lüks oteller görüyoruz kumsala sıfır. Bazı mekanların lüks bir otel mi ya da tarihi bir tapınak mı olduğunu çözmeniz zaman alabiliyor. İkisi birbirine karışmış. En basit ev bile bazen tapınak görünümüne bürünebiliyor, her bir taraf mimari güzellikle dolu. Kuta plajını ulaşınca havlumuzu serip güneşleniyoruz. Yan tarafımızda güneşlenen aile bizden pek hoşlanmamış olacak ki hiç pas vermiyorlar.
Kuta Plajından
Bunun nedeni aynı dili konuşuyor olmamız olsa gerek. Denpasar, Havalimanı’nda, uçakta epey Türk’le karşılaşıyoruz. Bali Türkler için epey tercih edilen bir durak olduğunu burada öğreniyoruz. Plajda masajcılar, dondurmacılar, hediyelik eşya satıcıları hiç rahat bırakmıyorlar. Bir süre sonra havlumuzu toplayıp, şemsiye şezlongların olduğu tarafa yöneliyoruz. Büyükçe bir meşrubat dolabının başına geçmiş önüne 10-15 şemsiye şezlong almış plajda küçük ölçekli onlarca işletmeden birini seçip bir şeyler yiyip içiyoruz. Akşamı burada edip geldiğimiz yoldan otelimize gidiyoruz. Dönüşte ara sokaklarda yerel dükkânlara da uğruyoruz, büyük alışveriş mağazaların olduğu Avm’ye de. Alışveriş için pazarlık yapamadığımız Avm yerine küçük dükkanları tercih ediyoruz.

Odamızda banyo sonrası, gece hayatına takılalım diyoruz. Grap taksi çağırıyorum bu kez ilk çağırdığım araç 10 dakikada kapıma geliyor. Kuta içinde kesinlikle işe yarayan ve çok avantajlı bir uygulama. Birçok yerde Grap, Uber hatta Blubird kullanmamanız gerektiğine dair afişler görsek de aldırmıyoruz. Fiyat olarak çok avantajlı çünkü.Eğer uzak doğuya gidiyorsanız kesinlikle akıllı telefonunuza bu uygulamayı indirip kurun ve gerekli güncellemeleri gitmeden yapın, bazı yazılarda ulaştığınız ülkelerde güncelleme sorunu yaşanabildiğini okumuştum.
Taksi, ara mahallede olmamıza rağmen kullandığımız ortak program sayesinde bizi kolaylıkla buluyor ama istediğimiz mekân olan Sky Garden’a ulaştırması hiç kolay olmuyor. Tam akşamüzeri olduğundan yine o müthiş trafiğe yakalanıyoruz. Yarım saatte yakın trafikte boğuşmamıza rağmen Grap, 27 bin rupi fiyatıyla kalbimizde taht kuruyor.
Sky Garden devasa bir gece kulübü: 3 kat artı çatı katıyla binlerce insanın aynı anda eğlenebilmesi sağlanmış. Ama her katta değişik müzik ve etkinliklerle farklılık yaratılmış. Girişte değişik fiyatlandırmalarla seçenekler sunulsa da, en mantıklısı akşamüzeri saat 17.00t’de gelip 100 bin rupiyi ödeyip 4 saat boyunca sınırsız içki ve açık büfe yiyeceklerden yararlanmak. Biz de tabi ki erkenden gelip yiyecek kuyruğuna dâhil oluyoruz. Kuyruğun uzunluğu metrelerce olsa da sıranın bize gelmesi çok zaman almıyor. Açık büfede bonfilesinden balığına, türlü türlü deniz ürününden çeşit çeşit salatasına, meyvesinden tatlısına kadar aklına ne gelirse fazlasıyla var. En güzeli de sınırsız oluşu. Tabağımızı doldurup içki kuyruğuna dâhil oluyoruz. Her bir kişi bir seferde 2 içki alabiliyor, içkileri masaya koy tekrar sıraya gir, saat dokuza kadar hiçbir sıkıntı yok.
Tıka pasa doyup, içkilerimizi yudumlarken, millet çılgınlar gibi eğlenir de benim oğlum durur mu?  Avustralyalı çılgın şörfçüler birden çılgın dansçılara dönüşüyor, oğlumu da aralarına almakta bir sakınca görmüyorlar.  Avustralyalılar dışında Uzakdoğulu turistler ve Avrupalılar var ama plajlarda sık rastladığımız hiç Türk yok.
Saat 21.00’e geldiğinde bir görevli yanımıza yaklaşıyor ve çocukların artık dışarı çıkması gerektiğini söylüyor. Biz bu uyarıya aldırış etmeyince yarım saat sonra başka bir görevli tarafından resmen kovuluyoruz. Çatı katından diğer alt katları inceleyerek yavaş yavaş aşağıya iniyoruz. Saat daha çok erken olmasına rağmen alt katlarda da çılgın partiler çoktan başlamış ama biz buralarda çok zaman geçiremeden otelimizin yolunu tutuyoruz. Bir süre Kuta’nın ara sokaklarında kaldırımlarda yürüyoruz. Sonra Hard Rock Cafe’nin önünden sahile inip otelimize doğru yürüyoruz. Gündüz cıvıl cıvıl olan sahilde in cin top oynuyor. Bunda esen sert rüzgârın da etkisi olsa gerek. Rüzgâr o kadar büyük dalgaları sahile getiriyor ki iskeleye çarpan sert dalgalar, yağmur yağıyormuş gibi üstümüze yağıyor. Çok karanlık ve çok gürültülü oluşu bu 4-5 km’lik yürüyüşümüzde oğlumu epey denizden soğutuyor. Otelimize geldiğimizde gecenin yarısı olmuş bile, biz de epey ıslanmışız, ayakkabılarım o kadar ıslak ki ertesi akşama mutlaka kurutmalıyım. Kurutmalıyım ki dönüş yolculuğum ızdıraba dönüşmesin. Otel görevlimiz yine alemde, küçük odasında her aksam Avustralyalı müşterilerle parti durumunda, hepsi zurna olmuş ama mutlulukları görmeye değer.

29 Ocak Kuta : Anlaştığımız gibi sabah erkenden Ubud’taki  şoförümüz bizi otelimizden alıp ilk olarak 25 km uzaklıktaki Tanah Lot Tapınağına götürüyor.
Tanah Lot Tepınağı
Kayaların üzerine kondurulmuş bu tapınak, şiddetli dalgalara rağmen dimdik ayakta. Kıyıda yakın adacıkta yapılan bu tapınağa yılın bazı zamanlarında sular çekildiği için yürüyerek gitmek mümkün olsa da biz ancak şiddetli dalgaların çarptığı bu adayı uzaktan seyredebiliyoruz. 15. yüzyılda yapılan bu tapınak 1980 yılında Japonlar tarafından ücretsiz restore edilmiş.  Japonlar tüm motorlu taşıtlarıyla ele geçirdikleri bu ülkenin sanki turizmden para kazanmasını sağlamışlar ki para nasıl olsa kendilerine geri dönecek. Endonezya’nın sokaklarında Japonların dışında motorlu taşıt görmeniz neredeyse imkânsız. Toyata 4 tekerde rakipsiz lider, 2 tekerde ise Suzuki ve Yamaha, çok ilginç başka markaların sanki girmesi yasak gibi.
Sonra şoförümüze, “Çek abi Toyayı Balangan Plajına.” diyoruz. Küçük bir köyün içine park edip hemen merdivenlerden inerek ulaşıyoruz. Küçük bir park ücreti tahsil ediyorlar. Birçok şoför bizim Yogyakartadaki de dahil, park ücretini yolcuya ödetiyor, ama Wayan bize bunu hiç yapmıyor.
Plajın küçük kayalıklar arasında kumsalı var, ilginç kayalıkları dolayısıyla plajda Çinli bir çift düğün çekimi provası yapıyormuş. Nasıl bir prova ise drone havada, yerde 2 fotoğrafcı bir kameraman. Ünlü herhalde bunlar deyip durdurup birlikte resim çekiliyoruz. Sonradan öğreniyoruz ki, Bali balayı için tercih edildiğinden, balayı çiftlerine özel bu tarz çekim yapan özel gruplar var. Türk bir arkadaşın da Bali’de bu işi yaptığını duymuş, gezi öncesi birkaç bilgi için mail atmıştım. Bitli turist olduğumuzu anlamış olacak ki cevap alamamış gıcık olmuştuk.
Burası denize girmek için çok dalgalı olduğundan çok zaman kaybetmeden Bingin Beach’a doğru yola çıkıyoruz. Aslında
listemizde Dreamland Plajı da var ama şoför bu plajı bulamadığından çok ısrar etmeyip pas geçip sıradakine gidiyoruz. Aracı yol üzerine park ettikten sonra epey köy içindeki dar patikalardan yürüdükten sonra dik merdivenlerden inmeniz gerekiyor bu plaja ulaşmak için. 15 dakikamızı alıp nefes nefese kaldığımızdan madem bu kadar eziyet çektik suya bari girelim diyoruz. Burası şu ana kadar gördüğümüz en sakin denize sahip. Yorgunluğumuzu atıp serinlemek için ideal. Ata Erk bugün kendine arkadaş bulduğundan bizle çok ilgili değil, Wayan’ın oğlu da bizimle bugün, onunla kumsalda çok güzel eğleniyorlar.
Padang Padang plajına giderken yolda açlığımızı gidermek için duruyoruz. Yol üzerindeki tezgah açmış bir satıcıdan Bakso alıyoruz, Yol kenarına oturup afiyetle midelere indiriyoruz. 5 kişilik maliyet 60 bin rupi.
Padang Padang bugünkü son ve en güzel plajımız, dar bir mağaradan merdivenler yardımıyla inerek ulaşıyoruz. Yol kalabalık ve 2 kişi yan yana geçemediğinden epey bekliyoruz. Aşağıda küçük ve pırıl pırıl bir kumsal ve masmavi okyanus… Buranın ilginç olanı ise çok göz önünde bulunmamasına rağmen sahilin yarıya yakınının Türklerden oluşması, burada bira keyfi yapıp epey zaman geçiriyoruz.
Gezimizin son gezilecek durağı ise Uluwatu Tapınağı. Burası da dik kayalıkların üzerine kurulmuş, turistlerin en uğrak yerlerinden biri. Buranın ev sahipleri ise maymunlar, bu asi canlılar üzerinizdeki gözlük, şapka gibi

eşyaları çalmakta ustalaşmışlar. Eğer bu çaldıklarının karşılığında muz veya başka yiyecek koparamazlarsa paramparça yapıyorlar çaldıklarını. Etraf yırtık şapka ve kırık gözlük dolu. Bir süre bu hayvanların olduğu yoldan ilerledikten sonra buraya asıl gelme amacımız olan Kecak dansını izlemek için açık tiyatrodaki yerimizi alıyoruz. Kişi başı 100 bin rupi veriyoruz. Birçok kişi sıkıcı olduğunu söylese de biz sıkılmadan izliyoruz. İyi ve kötünün işlendiği müzik aletleri kullanmadan kişilerin ağızlarından çıkardıklar sesin
Kecak Dansı

Kecak Dansı
müziğe dönüşmesiyle yapılan bu dans hoşumuza gidiyor. Yarı çıplak birçok gencin ortasına sırayla gelen ilginç kostümlü oyuncular Ata Erk’in de dikkatini çekiyor ama dansın bitmesini beklemeden çıkıyoruz. Yolumuz dar ve uzun, dansı izleyen yüzlerce izleyicinin aynı anda çıkıp yolu kilitleyebilir uçağımızı kaçırabiliriz endişesi taşıyoruz. Ve oyuncuların “Where are you going?” demesine aldırmadan oradan ayrılıyoruz.

Otele dönerken ilk kez ATM kullanıyorum. Yolda tropikal meyve ve araç parası verecek paramız kalmadığı için. Görüyorum ki atm kullanmak hiçte mantıksız değil. özellikle yüksek para çekimlerinde döviz götürmekten daha karlı olduğunu hesaplıyorum. Endonezya’da atm’sini kullandığım banka küçük bir komisyon çekmiş.
Wayan ilk duş alıp çıkış yapmamız için otelimize bırakıyor, oradan da havalimanına teslim edip ayrılıyoruz. 
Kısa bir süre kalmış olsak da bu ülkenin insanını da kendini de çok seviyoruz.
Sonuç olarak Ocak ayında en yağmurlu dönemde de bu ülke rahatlıkla gezilip görülebilinir. Fiyatlar diğer Uzak Doğu ülkelerine nazaran biraz fazla. Ulaşım ve giriş ücretlerine epey bir bütçe ayırmaya çalışın. Biz Ata Erk dolayısıyla yapamadık ama motosiklet kiralayıp ulaşımı daha ucuza mal etmek mümkün. Yok kullanamam diyenlere şoförlü olarak da kiralayabilirsiniz. 


2017 OCAK    TOPLAM HARCAMALAR     : 
2,5 Kişi (2yaşında oğlum dahil)

İstanbul – Doha – Denpasar (Gidiş Dönüş )
2700 tl Karşılığı Maximil                    

: 0   $

Denpasar – Yogyakarta    (Gidiş Dönüş)                                       

: 150 $

Ulaşım : 3 günlük şöförlü araç,                       taxi, bot, jep,  rikşa 
                 
: 280  $

Konaklama :3gün ubud, 1gün yogyakarta,
3gün kuta (homestay)                    

: 110  $

YemeİçmeEğlence:                      

: 100  $

Hediyelik Eşya:                         

:  30  $

Girişler:                                   

:180  $                                                           



TOPLAM                                
:850  $


(yukarıdaki fiyatlar aşağı yukarı fiyatlardır. Toplam Fiyat gerçek fiyattır.)






  • Digg
  • Del.icio.us
  • StumbleUpon
  • Reddit
  • RSS

0 yorum:

Yorum Gönder